Çağdaş İran edebiyatının güçlü kalemlerinden Sadık Çubek, İran’da ilk olarak öyküleriyle tanınır. 1945 yılında yayımladığı ‘Kukla Gösterisi’ isimli kitabıyla belirli bir okur kitlesi yakalayan Çubek, sıradan insanın üslubunu eserlerine yerleştirmesi ve doğalcılığıyla dikkati çeker. Sonraki yıllarda aynı izleği devam ettiren peş peşe bir dizi roman yayımlayan Çubek, bahse konu olan özelliğinden ödün vermez, kurguyu ustalıkla kullanır ve sinematografik bir anlatım yaratmanın derdine düşer. Çubek’in bu çabası, ‘Neden Deniz Fırtınalıydı?’ isimli eserinin İbrahim Golestan, ‘Tengsir’ isimli romanının da Emir Nadiri tarafından filme alınmasının önünü açar. Çubek’in bu yazıya konu olan ‘Sabır Taşı’ romanı ise üzerinde yapılan çeşitli değişikliklerle birlikte 2012 yılında Atiq Rahimi tarafından filme alınır.
‘Sabır Taşı’, kökeni Pers mitolojisine dayanan ve bugün pek çok kültürde karşılığı olan aynı isimli deyimden hareketle şekil alır. “Sabır taşı olmak” tam da Çubek’in anlattığı dünyaya uygun bir anlam taşır. Ekseriyeti birbiriyle komşu olan, birbirinden “dertli” karakterler kendi ağızlarından hikayelerini kimi zaman birbirlerine, kimi zaman evin önündeki havuza, kimi zaman da hayali karakterlere anlatır.
Ahmed Ağa’nın odakta olduğu metinde, Gevher’den Kakol Zeri’ye, Cihan Sultan’dan Belkıs’a kadar pek çok karakter, koca bir köşkün kiracıları olarak romanda kendilerine yer bulur. Gevher’in kayboluşu üzerine şekillenen hikayede her bir karakter, bulundukları yerden olayın içyüzünü –kendi konumları ekseninde- anlatır. Katman katman derinleşen hikayede, İslam Devrimi öncesi İran’ın bir panoraması ortaya çıkar. Yoksulluk üzerinden ciddi bir eleştiri yapmaya girişen Çubek, klasik anlamda bir propaganda metninin ötesine geçiyor. Evvela, kronolojik anlatımı yıkan ve kurguyu önceleyen yapısıyla Çubek, bir süre sonra sahici olanın sınırını billurlaştırıyor. Hayal ve gerçek, rüya ve hakiki olan iç içe geçiyor. Öyle ki Ahmed Ağa, A Seyyid Meluç ile tartışırken kimi zaman hangisinin haklı olduğuna karar vermek, anlatıcının hükmünün boyunduruğuna girmek zorlaşıyor. Yazmayı, bir anlatıcı olarak varlık kazanmayı kafasına koyan Ahmed Ağa bile, “Yazarlık ne kadar eksik bir sanattır! Gerçeği yazıya dökmek asla mümkün değil. Her şeyi anlattı bana ama onun anlattıkları yazılamaz. Bu abece onları gösteremez. Gücü yetmez” sözleriyle düşüncesini açıklıyor. Şüphesiz yazarın meşruiyeti de bu bağlam üzerinden tartışmaya açılıyor.
Çubek’in bir diğer hüneri, kadın meselesine dair yaklaşımında yatıyor. İran’ın İslam Devrimi öncesi yıllarına odaklanan metinde, daha çok muta nikahı olarak bilinen geçici nikah zırvalığını irdeleyen yazar, bu yolla fahişelik yapmak zorunda kalan Gevher’i merkeze alıyor. Gevher üzerinden toplumdaki ikiyüzlülüğü hem onun hem de diğer karakterlerin ağzından anlatan Çubek, devrim öncesi İran’da dinin baskıcı yönünü resmediyor. Bunu yaparken klasik anlamda bir mağdur anlayışından azade olan anlatımıyla Çubek, çatışma yaratmak için bir kötüye ihtiyaç duymuyor. Gevher’in karşısına, tam da yapması gerektiği gibi nesnel kötü olarak sistemi yerleştiriyor. Gevher çok istese de büyük bir tutku duyduğu Ahmed Ağa’yla muta nikahı yapmak istemediği için sevişmiyor. Yani sistem, yalnızca yapmak istemediklerini yaptırmakla yetinmiyor, yapmak istediklerini de yaptırmıyor.
Çubek’in ‘Sabır Taşı’, yazıldığı yılların aksine bugün daha fazla geçerlik kazanıyor. Aradan geçen zamanda İran’da değişen şey, toplumun dinamiklerinden ziyade yönetici kılığına bürünmüş insanlar oluyor. Erkeğe meşru görülen pek çok şey, bugün olduğu gibi geçmişte de hüküm sürüyor. Taciz, cinsel saldırı ve kadın cinayetleri gibi bugün artık süreklileşen pek çok olgu ve olay, o günlerde de kapalı olan bu toplumda kendine yer buluyor. Çubek’in hüneri de tam olarak burada yatıyor. Anlatım biçiminden ve karakterlerinin derinliğinden dolayı Çubek, metni zamansızlaştırmayı başarıyor. Bir küçük grup üzerinden anlatılan hikâyede, karakterler bir olay ekseninde akan dramatik yapıyı tuğlaları üst üste koyarak dizerken, her bir anlatıcıda üslup değişiyor. Bu bağlamda tek düze bir halden çıkan metinde, akan zamanda değişiklikler olurken, her karakter bağlı olduğu yerden sözünü söylüyor. Bu açıdan yorumlandığında Çubek’in, İran toplumunun röntgenini çektiği söylenebilir.
Çubek’in ‘Sabır Taşı, tarzıyla, yazarının yaklaşımı ve hüneriyle bir bütün olarak değerlendirildiğinde, ağzında tıpasıyla bir şişe içinde denize bırakılmış bir hazine gibi… Üzerine çokça konuşulmayı hak ediyor. Fransızca ya da İngilizce yazılmış olsa kaderi daha farklı olabilirdi.